23 Nisan 2013 Salı

ALA SURESİ


(٨٧-١)
سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰى 87.1*************
1 - Sebbihısme rabbikel ağlâ.  Rabbinin yüce adını tesbih et .
Sin.be.he: Yüzmek, akmak, gezmek, cereyan etmek, geçim için dolaşmak, amaç uğrunda çabalamak, takdis ve tenzih etmek(Hasenat). “Tesbîh سبح - sebh” kökünden türemiş bir kelimedir.Hava veya suda hareket etmek, geçip gitmek, yüzerek uzaklara gitmektir. Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden uzak tutmak, Allah’ı yüceltmek, O’nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu iyi kavramak ve yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak demektir(HY)”.“Gerekli işleri coşkuyla yerine getirmek, çaba sarfetmektir (YB)”. “Hatırda tutulanın dile getirilmesidir.Allah’ı yüceltme ve peşinden kendisinin de yücelmesidir.Onun farkına varmak ve Onun istediği gibi yaşamaktır.(MO)”.
H Yılmaz, “Tesbîhin Ebû Hüreyre’den gelen ve namazlardan sonra otuz üç kere “Sübhanellah” demeyi öneren rivâyet de dahil, otuz üçlük veya doksan dokuzluk imameli tespihlerle Allah’ın adının tekrarlanmasıyla herhangi bir alâkası yoktur” derken, M İslamoğlu  da “Tesbihin, işitilen bir şey olmaktan daha çok anlaşılan bir şey olduğu 17/44 den anlaşılmakta”, diye belirtmektedir
Tesbih kelimesinin geçtiği, 17/44 Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih ederler. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halimdir, çok bağışlayandır. bu ve diğer tüm  ayetler birlikte ele alındığında, varlıkların tesbihi, Allah onları ne için yarattı ise onların da sadece bu amaçla yaşamaları, hareket etmeleri, görevlerini kusursuz yerine getirmeleri, kendilerine çizilen hal ve hareketleri, duruşu, yaşam biçimini/ahlakı aynen uygulamasıdır.
Yaşamın her kesitinde Rabbimizin hediyesi olan Kuran hükümlerini tesbih etmeli, yani hayatlaştırmalı, yaşama hakim kılmalı, önem ve öncelik

8 Nisan 2013 Pazartesi

GAŞİYE SURESİ


1- Hel etâke hadîsul ğâşiyeh./ Gaşiyenin/Kuşatanın haberi sana geldi mi?
Kuşatanın haberi sana geldi mi? 2/38 "Hepiniz oradan inin," dedik, "Yalnız size benden bir hidâyet geldiği zaman, kimler benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. O halde, neden gelmemiş de, haberi yok gibi yaşamaktasın. Hala akledip gelen vahye, Kurana, Allah’ın kanunlarına, ilke ve ölçülerine göre yaşamını değiştirmiyorsun.
2-Yüzler var ki o gün yorulmuş olmasına rağmen öne düşüktür/ mahcuptur,
3-Çalışır, yorulur.
4-Kızgın ateşe girerler, bu ateşi salla/desteklerler,  
5-Kendilerine kaynamış bir gözeden (su) içirilir.
6-Onlar için kuru dikenden başka yiyecek de yoktur.
7-O da ne semirtir, ne de açlığı giderir.


İnsanlar, BU KUŞATAN HABER karşısında, Kuranın rehberliğini dikkate alanlar ve almayanlar olarak iki gruba ayrılmaktadır.
Bir grup yanlış yolu takip ettiler, atalarını, sözde kurtarıcılarını,  arzularını, ayartılarını ve Kuran dışında ne varsa her bir ilke ve ölçüyü rehber edindiler.
Bu nedenle, yüzleri haşiyedir, çökmüş, zillete düşmüş, mahcuptur, ümitsiz korku içindedir.
Onca yaptıkları, çabaları, ölesiye çoğaltma yarışına girerek yığdıkları mal, mülk, makam mevki vb boşa gitmiştir.
Sadece yorgunlukları, acısı ve azabı kalmıştır. Yaptıkları boşa çıkmıştır.
·      2/217 Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyâda da, âhirette de boşa

5 Nisan 2013 Cuma

KUREYŞ SURESİ


KUREYŞ SURESİ

1-Li îlâfi gurayş. /Kureyşi alıştırdığı için,
2-Îlâfihim rıhleteş şitâi ves sayf. / Onları kış ve yaz yolculuğuna alıştırdığı için,
3-Felyağbudû rabbe hâzel beyt./Bu Evin Rabbine kulluk etsinler.
4-Ellezî at'amehum min cûıv ve âmenehum min havf./O ki onları yedirip açlıktan kurtardı ve onları korkudan güvene kavuşturdu.(S Ateş)”


1-Aranızda ilafı/ sevgiyi, ülfeti, ihsan edip, kureyşi/ seçkin, ahlaklı insan olarak yaşayıp, Kuran ilkelerine uygun insanlar olup, toplanmanızı, güçlenmenizi, galip gelmenizi sağlayan;
2-İlâfihim/bu sevginin, bağlılığın, kulluğun rıhleteş şitâi ves sayf/yaz kış, yani her zaman devamını ve bu kulluğun gereği olan hizmeti, yükü, çalışmayı, gayreti, başkalarına iletmeyi, tebliği, örnek olmayı bu amaçla yol almayı sevdirdiği için
3-Felyağbudû rabbe hâzel beyt*./Bu Evin yani, bu sistemi, vahyi, Kuranı, İslamı gönderen, bu ilkelerle terbiye eden, bu ahlak yapısına, yani bu eve ulaştıran Rabbine kulluk/ itaat etsinler.
4-Ellezî at'amehum min cûıv ve âmenehum min havf./ Zira korkudan, karanlıktan, cehaletten, yokluktan, hiçlikten ve ter türlü açlıktan, yoksunluktan vahiyle, Kuranla, rehberlikle kurtarmıştır.

4 Nisan 2013 Perşembe

MAUN SÜRESİ



1-Eraeytellezî yukezzibu bid dîn /Dini yalanlayanı gördün mü?
Eraeytellezi, gördün mü, bildin mi, anladın mı? Dini yalanlayanı ve yalanlamayı. Hala görmemezlikten mi geleceksin. Bilmemezlik mi yapacaksın. Anlamamış gibi mi yaşayacaksın.
Oysa Allah her şeyi apaçık bildirdi.
6 Enam 38 Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.
16 Nahl 89 Sana bu Kitabı, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik
2/2 İşte o Kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur; muttakiler için yol göstericidir.
39 Zümer 27 Andolsun biz, bu Kurân’da insanlara, öğüt almaları için her temsili anlattık
30 Rum 58 Andolsun biz bu Kurân’da insanlara her çeşit misali getirip anlattık.
5Maide 3 Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum. 
O halde sen ne yapıyorsun. Yaratılmış ve Yazılmış kitabı ikra yapmıyorsun. Okusan da düşünmüyorsun. Herşeyi bilmene, bilebilecek olmana rağmen, uygulamada tam tersini yapmaktasın. Kuran umurunda değil. Allah’ın buyruklarını kale bile almıyorsun. Oysa, kainatta her zerre gibi Rabbine secde edip itaat etmen ve Onun buyruklarına göre yaşamak için yaratılmana rağmen, tam tersini yaparak, Onu ve o gerçeği fiilen yalanlıyorsun, yok sayıyorsun. Yazıklar olsun. Kimi aldatıyorsun. Sadece kendini. Hala akıllanmayacak mısın?.
Gel, iş işten geçmeden önce, ölüm aniden çatmadan tövbe/dönüş yapılabilirsin.
10/90 Nihâyet boğulma kendisini yakalayınca (Fir'avn): "Gerçekten İsrâil oğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım!" dedi. 10/91   Şimdi mi? Oysa daha önce isyân etmiş, bozgunculardan olmuştun?" (denildi).
40/84 Ne zaman ki hışmımızı gördüler: "Tek Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik." dediler 40/85 Fakat hışmımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. Allâh'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur. İşte o zaman kâfirler/Kuranı umursamadan yaşayanlar ziyana uğramışlardır
Haydi, şimdi, vazgeç bu halinden. Çünkü O, tövbeyi/dönüşü kabul edendir.

2-Fezâlikellezî yeduğ'ul yetim./ İşte o, yetimi iter, kakar;
3-Ve lâ yehuddu alâ taâmil miskîn./Yoksulun  hakkını/taamını, yemeğini vermez ve verdirmeye önayak olmaz.
Din, hayrı, yardımı, desteği, tüm güzellikleri ve iyilikleri emretmesine ve hep birlikte cennet vari bir yaşamı gerçekleştirmeni istemesine rağmen sen ne yapıyorsun, bir haline bak.
Yetimi, yani yalnız olanı, güçsüzü, babası, dayısı olmayanı, güç karşısında zayıf olanı,ihtiyaçlarını gideremeyen çaresizi itip kakıyorsun. Senden zayıfları eziyorsun. Haklarını teslim etmiyorsun. Sana verilende var olan, paylaşman ve teslim etmen gereken fakirlerin haklarını tam vermediğin gibi, bu konuda verilmesine de teşvik etmiyorsun.
53/33 Gördün mü şu adamı ki arkasını döndü? 53/34 Azıcık verdi, gerisini elinde sıkı sıkı tuttu?
75/31 Ne sadık oldu/sadaka verdi, ne de salla yaptı. 75/32 Fakat yalanladı, döndü/geri durdu. 75/33 Sonra çalım satarak âilesine gitti.
69/33 Çünkü Allah'a inanmıyordu/güvenmiyordu." 69/34 "Yoksulu doyurmaya ön ayak olmuyordu!"
89/17 Hayır, doğrusu siz (Allah'tan ikrâm bekliyorsunuz ama kendiniz) yetime ikrâm etmiyorsunuz. 89/18 Yoksula yedirmeğe teşvik etmiyorsunuz. 89/19 Mirâsı hırsla yutuyorsunuz. 89/20 Malı pek çok seviyorsunuz.
Bunca uyarıya rağmen hala halinizi düzeltmiyorsunuz. Bunlar emredilmemiş gibi yaşıyorsunuz. Halinizle Kuranı yalanlıyorsunuz. Allahın emirlerine nankörlük yapıyorsunuz. Dini halinizle ve yaşantınızla, ahirete gönderdiğiniz

3 Nisan 2013 Çarşamba

KEVSER SURESİ


Biz sana Kevser'iBiz sana Kevser'i; ahsenu amel için her ne gerekli ise tümünü, aklı, ilmi, gücü, enerjiyi, muhakemeyi, vicdanı, her türlü nimeti, çokluğu, donanımı verdik.

Öyleyse Rabbin için Onun ilke ve ölçülerine ulaşmak, terbiyesine girmek, Kuran ahlakıyla dirilmek ve diriltmek, tüm öncelik verdiklerini, uğruna ölesiye koştuklarını, inançlarını, kabullenimlerini, değerlerini, ölçülerini, ilkelerini, varlığını, nimetlerini kurban et, kes, feda et, nahret. 3/92, 9/24, 9/111 vb.  Bu konuda çıkacak tüm zorluklara, baskılara karşı dayan, göğüs ger
.

Salli yapabilesin, Salat, “namazı da içine alan bütün tevhid içerikli eylemler(M Okuyan)”, “Şirke ve tâğûta karşı çaba gösterme/sosyal yardım yapma(H Yılmaz)”, vahyi uygulamaya hazır kulun Allah karşısında esas duruşudur(M İslamoğlu)” ve beklenen her işi en güzel ve en zirvede eylemle gösterme, uygulama olduğu bilinciyle Allah’a Kurana itaat edesin. Rabbin hizmetine girip, ikra yapıp, vahyi insanlığa, hayata ulaştırabilesin. Kuran ahlakıyla tüm insanlığa örnek ve destek olasın. Kul olmanın, itaat etmenin bağlılık göstermenin, destek olmanın, yardım etmenin ve benzeri her ne hayırlı iş yaparsan yap en güzel ve zirvede yaparak şahidi, örneği, emsali olasın. 6/162 De ki: "Benim salatım, kulluğum, hayâtım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allâh içindir." Ayetini gerçekleştiresin.

Yoksa salat, manası, içi, ruhu ve amacı yok edilmesi sonucu aynı 8/35 salatları da, ıslık çalmadan ve el çırpmadan yani ses ve hareketten ibaret hale getirilen, yerlerde sürünen, diriltilmeyi ve ayağa kaldırılmayı bekleyen, sadece anlamadan ezberlerin tekrar edildiği birkaç rutuel değildir. 

Salat, aynı zamanda, her işte Rabbilalemine, ilkelerine, Kurana tam bağlılıktır, eylemdir, uygulamadır. Bağlılığın ve kulluğun idraki, hatırlanması, tazelenmesi, ilanı, iddiası ve davasıdır. İnsandan beklenen, Vahyi kendine ve yeryüzüne hakim kılmaya çalışmaktır, destektir, değişimdir, eğitimdir, ikradır, değiştirmektir, bu ve benzeri her işi, usul ve esasa uygun, en güzel ve zirvede yapmaktır. 

Kısaca, salat her hal ve şartta insandan bekleneni en güzel ve zirvede, usul ve esasına, edep ve adabına uygun yapmaktır. Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, salatı zayi ettiler, şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır. Fe halefe mim ba'dihim halfun edaus salate vettebeuş şehevati fe sevfe yelkavne ğayya. 19/59, 11/87 vb.

Aksi halde, asıl sonu kesik olanlar, sana buğzedendirRabbilalemine, ilkelerine önem ve öncelik vermeyen, bu nedenle kesreti, kevseri Venhar yapamayan, samimi olarak kendisine verilenleri feda edemeyen, salli yani herhal ve şartta insandan bekleneni usul ve esasına uyup, edep ve adabına göre en güzel ve zirvede yapmayanlar, ebterdir, kesiktir, bitiktir ve mahrumdur. 

Rabbilaleminden ilkelerinden, Kurandan hayrından, rehberliğinden kopukturlar. 

Dünyada tekasür bataklığında debelenmeye, önem ve öncelik verdikleriyle zelil olmaya, azap yaşamaya, ahirette de ateşe gitmeye mahkumdurlar.

Muhabbetle,




ARAPÇASI OKUNUŞU YAKLAŞIK MEALİ




 rtfSelectedTabRef*28*3*3*108.003*Kevser 1-3**1*90*tumSure*rtfSelectedTabRef
 rtfBulunanSayi*3*rtfBulunanSayi
 rtfSndPly*108.1*

(١٠٨-١)
108.1*************
اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ

108.1 - İnnâ ağtaynâ kel kevser.

108.1 - Biz sana Kevser'i (bol ni'met, ilim ve büyük şeref) verdik.

 rtfSndPly*108.2*
(١٠٨-٢)
108.2*************
فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ

108.2 - Fesalli lirabbike venhar.

108.2 - Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve nahret (kurban kes veya ellerini boğazına kadar kaldırıp tekbir al).

 rtfSndPly*108.3*
(١٠٨-٣)
108.3*************
اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ

108.3 - İnne şânieke huvel ebter.

108.3 - Asıl sonu kesik olan, sana buğzedendir.


KEVSER SURESİ ÇALIŞMA NOTLARI
 rtfSelectedTabRef*28*3*3*108.003*Kevser 1-3**1*90*tumSure*rtfSelectedTabRef
 rtfBulunanSayi*3*rtfBulunanSayi
 rtfSndPly*108.1*

(١٠٨-١)
108.1*************
اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ
108.1 - İnnâ ağtaynâ kel kevser.
108.1 - Biz sana Kevser'i verdik.

 rtfSndPly*108.2*
(١٠٨-٢)
108.2*************
فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ
108.2 - Fesalli lirabbike venhar.
108.2 - Öyleyse Rabbin için SALLA ve nahret
· 23/2 Ki onlar, salatlarında saygılıdırlar. 23/3Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. huşu ile yani kalp ve beden olarak Allah'a yönelişte yoğunlaş
· 29/45 Kitaptan sana vahyedileni tivalet et/ oku uy ve salatı ikame et. Çünkü salat kötü ve iğrenç şeylerden meneder. Elbette Allâh'ı anmak, en büyüktür.. Allâh, ne yaptığınızı bilir. 
· 4/142 İki yüzlüler, Allâh'ı (gûyâ) aldatmağa çalışırlar. Oysa, O, onları aldatır. Salata kalktıkları zaman da üşene üşene, insanlara gösteriş yaparlar, Allâh'ı pek az anarlar.
· 2/45 Sabırla, salatla Allah'tan yardım dileyin, şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir. 2/153Ey inananlar, sabır ve salatla yardım isteyin, muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.
· 20/14"Muhakkak ben, ben Allâh'ım, benden başka tanrı yoktur, bana kulluk et ve beni anmak, hatırlamak ve hatırlatmak için salat yap."
· 4/102 Sen de içlerinde bulunup onlara namazı başlattığın zaman onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun ve silâhlarını da yanlarına alsınlar. (Namazda olanlar), secde edince arkanıza geçsinler; bu kez namaz kılmayan öteki bölük gelsin, seninle beraber namaz kılsınlar, korunma(tedbir)lerini ve silâhlarını da alsınlar. İnkâr edenler istediler ki siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gaflet etseniz de birden üzerinize bir baskın yapsalar. Yağmurdan zahmet çekerseniz, ya da hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda size bir günâh yoktur. Ama korunma tedbirinizi alın (uyanık bulunun). Allâh, kâfirlere alçaltıcı bir azâb hazırlamıştır. 4/103 Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde (uzanarak) Allâh'ı anın; güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın. Çünkü namaz, mü'minlere vakitli olarak farz kılınmıştır.

Salat kavramının daha iyi anlaşılabilmesi açısından Hakkı Yılmaz’ın Tebyinil Kuran adlı eserinden aynen alıntı yapıp aşağıda yer verilmiştir.
“2. Âyet: Öyleyse Rabbin için haniflik et/destekle[şirke ve tâğûta karşı çaba göster/ sosyal yardım yap] ve nahr yap!
Arap edebiyatının önemli sanatlarından biri olan ve daha önce Fatiha sûresinde gördüğümüz “İltifat” sanatı bu âyette de hemen dikkati çekmektedir. Birinci âyette “إنّا - Biz” zamiri kullanılmış ve ikinci âyette bu akışa uygun olarak “لنا - Bizim için” denmesi gerekiyorken üçüncü tekil kişiye dönülerek “لربّك - Rabbin için” denilmiştir.
“Biz” zamirinden “Rabb” ismine dönülmek sûretiyle yapılan “İltifat” sayesinde hem ikinci âyet hükmünün etkinliği arttırılmış, hem de Alak sûresinden bu yana hep ön plânda tutulmuş olan Allah’ın “Rabb” olma özelliği bu sûrede de ön plâna çıkarılmıştır. Çünkü dünyadaki ve âhirettekiyaşamımızın her anı, Allah’ın “Rabb”lığı, programcılığı ile tasarladığı üzere gerçekleşmekte ve insanların da bunu akıllarından hiçbir zaman çıkarmamaları gerekmektedir.
haniflik et/destekle [şirke ve tâğûta karşı çaba göster/sosyal yardım yap]
Âyette geçen “صلّ - salli” sözcüğünün dil bilgisi kurallarına göre “صلى - saly” kökünden de, “صلو - salv” kökünden de türemiş olması kabildir. Hem “صلى - saly” hem de “صلو - salv” sözcükleri nakıs sözcüklerdir. Nakıs sözcüklerin so’nundaki illet harfi, sözcüklerin değişik kalıplardaki çekimlerinin birçoğunda ya “ى - ya” harfine dönüşerek “ى - ya” ile gösterilir, ya da cezm hallerinde düşer. Bu durumda anlamları birbirinden farklı olan bu köklerden türemiş sözcüklerin gerçekte hangi kökten türediğini anlamak zorlaşır. Buna bağlı olarak bu sözcüklerin ne anlama geldiği hakkında da bazı karışıklıklar ortaya çıkar. Bu nedenle sözcüklerin hangi kökten türediği konusunda dikkatli bir tahlil yapmak, Kur’ân’ın mesajını doğru anlamak bakımından çok önemlidir.
Âyetteki “صلّ - salli” sözcüğünün hangi kökten geldiği araştırılırken ilk bakılacak şey, köklerin anlamlarıdır. Bu köklerden “صلى - saly” sözcüğü; “ateşe atmak, ateşe girmek” demektir. Bu anlama göre “صلّ - salli” sözcüğünün “saly” kökünden türemiş olması, ko’numuz olan âyetin peygamberimize “ateşe gir, kendini ateşe at” emrini vermesi anlamına gelir ki, bu mantıksızdır, dolayısıyla yanlıştır. Şu hâlde âyette geçen “صلّ - salli” sözcüğünün “صلى - saly” kökünden türemediği kesindir. Türkçe’deki “sallamak” ve “yaslamak” sözcüklerinin de kendisinden türediği ve “ateşe atmak, ateşe girmek” anlamına gelen “صلى - saly” sözcüğü, bu anlamıyla Kur’ân’da kullanılmıştır:
Sonra o’nu cahîme [cehenneme] sallayın “صلّوه - sallûhu”. Hakka; 31.
Ayrıca, bu kökten türemiş ve bu anlamda olan “صلّوه - islavha , يصلى - yeslâ, وسيصلون - ve seyeslavne, ساصليه - seuslîhi, lâ yeslâha” gibi sözcükler Kur’ân’da bir çok yerde geçmektedir.
Bu âyette geçen “صلّ - salli” sözcüğünün “صلى - saly” kökünden türemediği kesin olduğuna göre, sözcük “صلو - salv” kökünden türemiş olmalıdır.
صلو - salv” sözcüğü, isim olarak “uyluk”, fiil olarak da “uylukları hareket ettirmek” demektir. Bir kimsenin herhangi bir yüke destek vermek istediği zaman, uyluğunu [bacağın diz ile kalça arasındaki bölümünü] yatay hâle getirip yükün altına sokarak destek sağlaması da bu sözcük ile ifade edilir. Emir kipi olarak “صلو - salv” kökünden türediği kabul edildiğinde “صلّ - salli” sözcüğü, “uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tâğûta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap” anlamındadır. “صلّ - salli” sözcüğünün “tef’il” babından olması, bazen fiile, bazen özneye, bazen de tümlece “çokluk” anlamı kazandırmaktadır.
صلو - salv” sözcüğünün mastarı aslında “صلوة - salvet” olduğu halde sözcük nakıs olduğu için genel dil bilgisi kuralları gereği “صلوة - salât” şekline dönüşmüştür. Ancak sözcüğün illetli olan üçüncü harfi elif ile yazılmayıp “vav” harfiyle “صلوة - salât” şeklinde yazılır. Zaten “صاوة - salât” sözcüğünün çoğulu olan “صلوات - salâvat” sözcüğünde de “صلو - salv” kökünün “و - vav” harfi açıkça ortaya çıkmakta ve okunmaktadır. Bu durumun başka kelimelerde de birçok örneği vardır.
Meselâ “غزى - ğazâ” sözcüğünün mastarının “غزوة - ğazve”, bunun çoğulunun da “غزوات - ğazevât” olmasına rağmen fiil çekimlerinde “و - vav” harfi ya “ى - ya”ya dönüşür, ya da düşer, yok olur.
Bütün bunlar bize göstermektedir ki, bu âyette geçen “صلّ - salli” sözcüğü kesinlikle “صلو - salv” kökünden türemiştir. Dil bilgisi kurallarına göre; aslı “صلوة - salvet” olan “salât” mastarının, geçmiş zaman belirten bir fiil olan “salla” sözcüğünün, emir kipi olan “صلّ - salli” ve çoğulu “صلّو - sallû” sözcüklerinin hepsinin birden “صلو - salv” kökünden türediği açıkça belli olsa da, konunun öneminden ve bugüne kadarki yanlış anlamlandırmalardan dolayı zihinlerde bir “acaba” sorusu kalabilmektedir. Ancak Kur’ân bu soruya da cevap vermiş ve Kıyâmet sûresinin 31 ve 32. âyetlerindeصلّى - sallâ” sözcüğünü karşıt anlamı ile birlikte kullanmak sûretiyle bu ko’nuyu açıklığa kavuşturmuştur:
Felâ saddaqa velâ sallâ velâkin kezzebe ve tevellâ” “ (O, ne tasdik etti ne de çaba harcadı/destekledi. Ama yalanladı ve geri durdu.) Kıyâmet;31,32.
Âyette geçen dört eylemin ikisi, diğer ikisinin karşıtı ve zıt anlamlısı olarak gösterilmiştir. Yani “كذّب - yalanlama” nın karşıtı “صدّق - tasdik etme” olarak belirtilirken, “sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lâkayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik ve yapılmakta olan girişimleri kösteklemek” anlamlarına gelen “تولّى - tevellâ” sözcüğünün karşıtı olarak da “صلّى - sallâ” sözcüğü kullanılmıştır. Bu durumda “صلّى - sallâ” sözcüğü; “sürekli ileri atılmak, ilgisiz kalmamak, pasif olmamak, hep aktif olmak” anlamlarına gelmektedir. Asr sûresinde geçen ve anlamı, “yanlışları, bozuklukları, çirkinlikleri ortadan kaldırmak için çalışmak” olan “عملوا الصّالحات - sâlihatı işlemek” fiili de “sallâ” fiilinin farklı bir ifadesidir.
Namaz anlamına gelen “الصّلوة - es-salât” ile ilgili olarak, gerek “es-salât”ın ifası, icrası, namaz kıl/kılınız emirleri, gerekse namaz kılmakla ilgili diğer cümleler Kur’ân’da “صلّ salli” şeklinde değil de “اقامة - iqâme” fiili ile birlikte “اقم الصّلوة - eqımi’s-salâte , قيموا الصّلوة - eqîmu’s-salâte” şeklinde kullanılmıştır. Bu ikili kavram Kur’ân’da toplam 67 yerde geçmektedir.
Sözcüklerin asıl anlamları bazen yan anlamlarına doğru kayar; bu durum doğaldır. Ancak bu kayma esnasında “نحر - nahr” ve “ابتر - ebter” sözcüklerinin tahlilinde de göreceğimiz gibi ana eksen kaybolmaz. “صلوة - salât” sözcüğündeki anlam kayması ise biraz daha fazladır. Bunun nedeninin “İsrâîliyât” olduğu kanısındayız. Çünkü “salât” sözcüğü İbranicede de vardır. İbranice’deki “salât” sözcüğü “selâmlama, selâm durma” anlamına gelen “saluta” fiilinden gelmektedir. Bu sözcük, İbranilerden Araplara, onlardan da Endülüs yoluyla batı dillerine [Fransızca, İtalyanca ve İngilizceye] geçerek “salutation” şeklini almıştır. Görünen o ki, sözcüğün İbranice anlamı Arapça anlamını bastırmış ve Müslümanlar ile Kur’ân arasına yüce dağlar gibi girip oturmuştur. Dikkat çekicidir ki, “saluta” sözcüğünün türevlerinden olan “صلوات - salavât” sözcüğü, Hacc sûresinin 40. âyetinde İbranice “manastırlar” anlamıyla yer almasına rağmen bu husus İslam bilginlerce dikkate alınmamıştır. Üstelik hâlâ da alınmamaya devam edilmektedir.
Müfredât’ın müellifi ünlü bilgin Râgıb el-İsfehânî bile eserinin “salât” maddesinde “الصّلوة - salât” sözcüğünün anlamı ko’nusunu “Lügat ehlinin çoğu ‘الصّلوة - es-salat dua, tebrik ve temcittir demiştir” diyerek âdeta geçiştirivermiştir.
Bu anlam kaydırması ya da cehalet nedeniyle yanlış anlamlandırma so’nucunda “salâvat getirme, salâvat-ı şerife okuma” gibi ritüeller ortaya çıkmıştır. Piyasadaki bütün ilmihal kitaplarına göre “Allahümme salli” ya da bunun değişik versiyonlarını söylemek olan salâvat, Kur’ân’da bambaşka bir anlamda kullanılmıştır. Ne gariptir ki, Kur’ân’ı değil de rivâyetleri ön plâna çıkaran bu kitaplar, “salâvat” kavramını da bizzat Kur’ân’a, Ahzab sûresinin 56. âyetine dayandırdıklarını iddia etmektedirler. Ne var ki, Türkçe diye sundukları sözler de Arapça olduğundan kimse o sözcüklerin gerçek anlamlarını öğrenememekte, ko’nunun gerçek içeriği asılsız yorumların veya cehaletin örtüsü altında kalmaktadır. Yukarıda yaptığımız tahlillerin ışığı altında konunun anahtarı olan âyet şudur:
Şüphesiz Allah ve melekleri peygamberi destekliyorlar/ona yardım ediyorlar/o’nun için gerekeni yapıyorlar. Ey müminler! Siz de ona destek olun/ona yardım edin/o’nun için gerekeni yapın ve o’nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın! Ahzab;56.
Asılsız rivâyetlerin peşinden giden cahiller bu âyete dayanarak aslında şunu söylemiş olmaktadırlar:
“Allahümme salli alâ Muhammed ve sellim…” yani “Ey Allah’ım! Muhammed’e sen yardım et, ona gerekli desteği sen ver ve o’nun güvenliğini sen sağla!
Böyle bir yakarış gerçekten de yakışıksız bir taleptir. Öyle ki, tıpkı Maide sûresinde anlatılan Mûsâ peygamber ile İsrailoğulları arasındaki ilişkiyi andırmaktadır:
Dediler ki: “Ey Mûsâ! Onlar orada oldukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta oturacağız.” Maide; 24.
Bu âyet indiğinde sahabenin bir köşeye çekilip “Allahümme salli ve sellim” demediği, varıyla yoğuyla harekete geçip Allah yolunda peygamberimize destek olduğu ve güvenliğini sağladığı tartışmasız olarak bellidir. Böyle olmasına rağmen Allah’ın dinine bu tür uydurmaları sokmaya çalışanlar ya kasıtlı bir ihanet içindedirler ya da özendirme amacıyla kapıldıkları koyu bir cehaletin temsilcisidirler.
ve nahr yap.
نحر - nahr” sözcüğü bir kaç kelime ile Türkçeye çevrilemeyeceği için aynen bırakılmış, açıklaması burada yapılmıştır.
Belirtmek gerekir ki, “nahr” sözcüğü klâsik eserlerde iyice irdelenmeden Türkçeye en uzak anlamı olan “kurban kes” şeklinde çevrilmiştir. Bu durum, “Ğalât-ı meşhur, fasih lisana yeğdir [meşhur olmuş hatalı sözcük, orijinaline tercih edilir]” kuralına tamı tamına denk düşen bir uygulamadır. Ne var ki, yapılan ğalâtın/hatanın sürdürülmesi edebiyat alanında önemli bir sakınca doğurmayabilir ama dinin temel ilkelerinin ğalat bir anlamla yozlaşması, göze alınamayacak kadar büyük bir sakıncadır.
İsim olarak kullanıldığında “göğüs, gerdan” anlamına gelen “nahr” sözcüğü, mastar olarak kullanıldığında “eli göğse değdirmek, göğüslemek, devenin göğsüne bıçak saplayıp kesmek” anlamlarına gelir. Türkçedeki “intihar” sözcüğünün aslı da buradan gelmektedir. Sözcük âyette “وانحر - venhar” emir kipiyle yer aldığına göre sözcüğün mastar hâlinin taşıdığı üç değişik anlamın da incelenmesi gerekir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki birinci anlamı “elini göğsüne değdir” emridir. İmam-ı Şafii “ve-nhar” emrini “kurban kes” ya da “deve kes” olarak değil, “ellerini göğsüne değdir” olarak anlamış ve namaz kılarken alınan ara tekbirlerde ellerin göğse değdirilmesine içtihat etmiştir. Bu nedenle Şafii mezhebine mensup olanlar namaz kılarken bu içtihada uyarlar.
Şii müfessir ve fakihler de, Ali ve ehlibeyt kaynaklı rivâyetleri dikkate alarak bu emri namazda kıyamda iken ellerin göğse kaldırılması ve namazda tekbir getirirken ellerin boğaz çukurluğunun hizasına kadar kaldırılması olarak anlamış ve bu şekilde uygulamışlardır.
Kimileri de aynı emri namazda göğsün kıbleye döndürülmesi, kesinlikle başka yönlere yalpalanılmaması gerektiği şeklinde anlamışlardır.
Ebû Hanife’nin bu âyeti nasıl anladığına gelince; o günkü siyasal iktidarın söylemine aykırılıklar taşıması sebebiyle olsa gerek, eserleri zamanın idarecileri tarafından yok edilmiş, bu nedenle de ko’nu hakkındaki yorumu bize kadar intikal edememiştir.
Ancak bütün bu anlayışların namaz esnasındaki bedensel hareketlere yönelik olarak ortaya konduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Oysa âyette bu hareketin namazda olacağına dair hiçbir işaret, delâlet ya da karine [ipucu] yoktur.
Bize göre, namaza başlama tekbirinde ya da namazlardaki ara tekbirlerde dilimizle “Allahu Ekber [Allah her şeyden daha büyüktür]” derken ellerimizi göğsümüze kaldırmamız, aynı anda beden dilimizle de bu inanç ve anlayışımızı pekiştirdiğimiz anlamını taşımaktadır. Yaptığımız bu hareket, Allah’tan başka her şeyi arkaya attığımızı ifade eden sembolik bir davranıştır. Sûre peygamberimize hitap ettiğine göre, Yüce Allah’ın bu emirle peygamberimizden istediği, hakkında çıkarılan kin dolu söylentileri, kendisine yapılan kötü davranışları, düşmanlıkları, hileleri ve tuzakları arkaya atması, dikkate almaması, boş vermesi, elini sallayıp geçivermesidir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki ikinci anlamı “göğüslemek, göğüs göğse gelmek” demektir. Sözcüğün en fazla kullanılan anlamlarından biri olan bu anlam, Arap şairleri tarafından boğaz boğaza gelmeyi, göğüs göğse dövüşmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Ayrıca “evleri göğüs göğse [karşı karşıya]” deyiminde de bu anlamda kullanılmıştır.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki üçüncü anlamı ise “deveyi göğsünden hançerle kesmek” demektir. Dikkat edilirse bu anlam içinde “kurban” sözcüğü yer almamaktadır. Bu anlam esas alındığında, âyetten “kurban kes” veya “deveyi kurban kes” gibi anlamlar çıkmaz, sadece “deve kes” anlamı çıkar. Bu takdirde âyetin anlamı “Seni üzüyorlar, sana düşmanlık ediyorlar, sen de uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tâğûta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap ve deve kes!” olur. O günkü şartlar altında peygamberimize kasaplık yapmasının emredilmiş olması anlamsızdır. Çünkü bu sûre indiğinde peygamberimiz hâlâ insanlara tebliğde zorlanmaktadır, yeterince taraftar edinememiştir. İşler henüz teori/iman boyutundadır. Tebliğin dışında herhangi bir eylem söz konusu değildir. Bu aşamada Rabbimiz ona sadece secde ile yakınlaşmasını Alak Sûresinin 19. âyetinde emretmiştir. Yani bu sûrenin indiği zamanki kurban [Allah’a yakınlaştıracak eylem] sadece secdedir. Kevser sûresinin 15. sırada indiğini bilenler ve sûre ile âyeti o ortama göre ele alanlar “venhar” emrinden kesinlikle “kurban kes” anlamını çıkarmazlar.
Kurban ile ilgili olarak Kütüb-ü Sitte’de [Altı Büyük Hadis Kitabı’nda] 26 rivâyet mevcuttur. Ama bunların çoğu aynı rivâyetin farklı kişiler tarafından nakledilmiş varyasyonlarıdır. Bu rivâyetlerin hepsinde ko’nu edilen kurban ve kurban ile ilgili bilgiler, hacda hacıların mükellef tutulduğu “هدى - hedy” kurbanına [Hacıların hediye olarak kestiği kurbana]” yöneliktir, yoksa bayram günlerinde hayvan kesmeye yönelik değildir. Rivâyetlerin ve tarihî belgelerin hiçbirinde, ne Mekke’de bu sûrenin indiği dönemlerde, ne de Medine’de hacc farz oluncaya kadar herhangi bir kurban olayı anlatımı söz ko’nusu değildir. Özetlemek gerekirse, bu âyetler indiği zaman Mekke’de ne peygamberimiz ne de o günkü Müslümanlar kurban kesme şeklinde bir ibâdet yapmıştır.
Ragıb el İsfehânî deMüfredat adlı eserinde “nahr”ıhacc esnasında Mina’da kesilmesi gereken hediye olarak açıklar. Ancak hedy’den bahseden Bakara sûresinin 196. âyeti, Maide sûresinin 2, 95 ve 97. âyetleri ve Feth sûresinin 25. âyeti henüz inmemiştir, çünkü bu âyetler Medenî’dir. Dolayısıyla Kevser sûresi indiği sırada hacc ile ilgili bir hüküm henüz ortada yoktur. Böyle olmasına rağmen Ragıb’a göre de “nahr” hacda kesilen hediyenin dışında bir şey değildir, kurban adı altında günümüzde yapılan kesimle bir ilgisi yoktur.
Bazıları kurban konusunu İbrahîm peygambere bağlarlar ve o’nun oğlunu kurban edişini ko’nu alan birçok Kur’ân dışı kültürü kendilerine kaynak kabul ederek detaylara girerler. Oysa Saffat sûresinin 83–113. âyetlerine baktığımızda, bu olayların kurbanla herhangi bir ilgisinin olmadığı görülmektedir. Bazıları da Maide sûresinin 27–31. âyetlerindeki “iki âdemoğlu” kıssasından yola çıkarak kurbana kaynak aramaya çalışmışlardır. Ne var ki, ilgili pasajın da hayvan kurban etme gibi bir anlamı bulunmamaktadır.
Müslümanların nerede ve ne amaçla hayvan keseceği, Hacc sûresinin 34–38. âyetlerinde açıklanmıştır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında Kevser sûresinin 2. âyeti ; “Madem Rabbin sana kevseri [bu kadar bol nimeti] verdi, öyleyse sen de Rabbin için çok çalış, çok gayret et, uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tâğûta karşı çık, destek ol, sosyal yardım yap, gerisini boş ver, düşünme, önüne gelecek her zorluğu göğüsle, sabret!” anlamındadır.
 rtfSndPly*108.3*
(١٠٨-٣)
108.3*************
اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ
108.3 - İnne şânieke huvel ebter.
108.3 - Asıl sonu kesik olan, sana buğzedendir.


2 Nisan 2013 Salı

KAFİRUN SURESİ

KAFİRUN SURESİ

1- De ki: Ey kâfirler.
De ki:
Deki emrini düşünelim. Neyi demeli, iletmeli, anlatmalı.
Kime söylemeli, neyi, nasıl, ne zaman, nerede, niçin, hangi usulle anlatmalı. Kul/deki kelimesi üzerine Râzî, kırküç şıkta açıklama yapmıştır. Bu deki hitabı, mesajın, ölçü ve ilkelerin Allah’tan olduğunun da beyanıdır.
Denileni anlamayan anlatamaz. Kişi, söyleneni, yani Kuranı düşünmeli, anlamalı, yaşamalı, içselleştirmeli ki aktarabilsin. Bu, ikra emrine benzemektedir. İkra veya kul/deki emrinin anlamı; okumak, anlamak, ibret almak, yaşamak ve anlatmaktır. Deki, sadece söylemek değil, yaşamaktır, yapmaktır. Deki, soranlara söylemektir/anlatmaktır, gerek duyanlara izah etmektir, tüm insanlığa ilan etmektir.
Ey kâfirler.
Ey kafirler diyebilmek için insanın onlardan ve özelliklerinden farklılaşması ve Allaha, Kurana, ilkelerine, öğretisine inanması/güvenmesi, yaşaması gerekmektedir. Böyle yapanların kafirlerden ayrışması kaçınılmaz olmaktadır. Şayet ayrışma olmamışsa bilin ki, anlayışta yaşamda sorun var demektir.
Bunun için kafirliğin ne olduğunu bilmeli, anlamalı ve inançta, amaçta, usulde keza yaşamın her alanında ve her aşamada küfürden kafirlikten arınmak temizlenmek gerekmektedir.
Bu safların ayrışması daha çok ilkelerin, ölçülerin, amaçların ve yaşamın farklılığının ortaya konması yani dinin ayrışmasıdır. Bir arada, mekanda, ülkede, dünyada ama ayrı inançta, anlayışta, yaşamda olmak demektir. Deki emri de insanın olduğu her yerde ama mümin olarak bulunmayı, tebliğ etmeyi, örnek olmayı kaçınılmaz kılar.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı